~Miyav~

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Yeşillikler arasında bir gün

En son ne zaman şöyle çimlerin arasına beni aslında hiç rahatsız etmeyeceği kesin gibi görünen böceklerden çekinmeden yayıldım, hatırlayamıyorum. İnsanın enerjisini yerine getiren bir aktivite oysa ki, bunu sık sık yapmalıyım.

Desem bile, şöyle bir problem var tabii. Yaşadığım yerde çimen ne gezer?

İstanbul desek, en küçük bir koruluk / yeşil ortam bile sokakta eline el değmemiş gibi tavırlarla gezen kadınların sevişme ortamı olarak parsellenmiş. İstanbul’da bir miktar para bayılmadan kendini kimsenin olmadığı bir yerde çimlere yaymak imkansız. Tabii, çimlere yayılamayışımı denizin tuzlu kokusunu genzimden içeriye çekebildiğim kadar çekerek telafi ediyorum her gittiğimde – yeterli oluyor fazlasıyla.

Konya desek, tahıl ambarı derler Konya için, çayır, mera, hepsi bulunmakta. Fakat ne yazık ki öğrenci muhitlerine öyle uzak ve ulaşılmaz yerdeler ki, başka bir şehire gitmişlik duygusu bile verebiliyorlar.

Tabii hal böyle olunca, benim bedenim anca mezarda etrafımda kimsenin olmayacağı bir çim ve toprağa kavuşacak sanırım. Böyle bir keyif için ölmek zorunda olmak gerçekten çok can sıkıcı. Öyle güzel alıyor ki insanın üzerindeki negatif elektriği, içinizde kalan tek şey o salak Polyanna oluyor. O da kalsın canım, n’olacak.

Sessizlik.

Uzun süredir İstanbul’dan uzaktayım. Tren yolculuğumda Konya sınırları içerisine girmiş bulunmaktayım. Etraf bıraktığım gibi aynı. insanlar seyrek, yaşıtım olan herkes tren içerisinde uyuyakalmış halde. Sanki tek hayatta olanlar makinist ve ben gibi hissediyorum. Arada elindeki telsize konuşarak yalnız olmadığımı bana hatırlatıyor. Bir o, bir de ara ara sevgilisine ulaşmak için trendeki sevgilisini arayan kız. Her kim isen, sen her aradığında ben rahatsız oluyorum, haberin olsun.
    Hayır insan uyur tabii normal bir tepkidir de, ne bileyim, telefonun bu, çalınca bi kendine gelmesi lazım insan dediğinin. Nasıl bir rahatlık anlamış değilim. Hiç o kadar rahat olamadım.
    Biraz önce çalışanlar kompartımanından eli telsizli bir adam geldi. "Beyefendi, telefonunuz çalıyor" diyerek hunharca dürttü arkadaşı. Biraz kaba geldi bana davranış, ama tabii telefonu çalmaya bırakmak da gayet rahatsız edici bir durum olurdu. En azından sessiz huzurlu moduma geri dönmüş oldum.

19 Kasım 2010 Cuma

Bir Gitaristin Dramı

Çoğu talihsizlik hep beni buldu şu boktan hayatta. Bazen, her şey bir anda, talihsizlik üstüne talihsizlik, bana 5-6 hit kombo yapıp nakavt etmeyi denedi.  Yaşadıkça anlaşılıyormuş, hepsine gülüp geçmenin en güzeli olduğu.

Beni tanıyan arkadaşlarım bilir, Konya’da bir ara canlı müzik yapmıştım. Güzel günlerdi, hatta hayatımda gurur duyacağım neler yaptığımı sorsalar, kesinlikle üst sıralara bu yaptığım işi koyardım. Müzik benim bütün hayatım, müziği herkesten çok hissetmeyi her zaman çok sevmişimdir. Bir sürü komik olay geçti başımdan bu sahne denen kutsal alanda. Sahnede geçen günlerimden, en akılda kalıcı olanını sizlerle paylaşacağım.

Grup arkadaşlarım ve ben, okulu asmıştık. Keyifliydik, Konya gibi bir şehirde Canlı Rock yapan cafe sayısı çok azdı, bu sayılı yerlerden birinde çalabilmek için iyi olmak gerekiyordu. Grubumuz o iyi denecek seviyeye ulaşmış olacaktı ki, bir gecelik deneme performansından sonra işi kapmıştık. İlk iş günümüzdü. O akşam çalmaya gitmeden önce kutlama niyetine, adam başı 2-3 bira içtik, üzerine de ben ve assolistimiz birer shot sek votka devirdik, seslerin açılması niyetine. Alcohol, drugs, rock’n roll! Drugs hariç.

Ekipmanlarımızı toparlayıp yola koyulduk. Tramvay yolu boyunca, hafif sarhoş grup elemanlarımız şarkıları mp3 çalarlardan dinliyor, bateristimiz ayaklarıyla, elleriyle ritim atıp partisyonları tutturuyor, solo gitaristimiz soloları kafasında tekrarlıyor, bass gitaristimiz hangimizin eline bakarak çalacağını planlıyor, ben de akorları kafamda tekrarlayıp bir yandan vokalimiz ile birlikte şarkıyı mırıldanıyordum. Birimiz “aa ağaç” diyor, hepimiz gülüyorduk. Konya gibi bir yere fazla geldiğimiz her halimizden belliydi; uzun saçlar, küpeler, kahkahalar, alkol kokusu, tramvay vagonunun yarısını kaplayan alet edevat.

50 dakika falan sürdü kafeye ulaşmamız. Ağır ekipmanlarımızı yüklenip kapıda bizi gören iş arkadaşlarımıza selam ettik. İçerisi boştu, tek tük insanlar, köşeye sinmiş öpüşüp koklaşan bir çift, minibarda çalışan barmen. Mixerin başından kalkıp gelen iki kişi bizi karşıladı, biri müdürümüz, diğeri de tonemeister. Bizi sahneye yönelttiler. Sahneye çıkıp kimin nerede duracağını planladık, ekipmanları bağladık, ve saat 20:30 olduğunda mekan hafiften kalabalıklaşmaya başlamıştı.

Bunun üzerine biz de zaman kaybetmeyip soundcheck almaya başladık, fakat hala gülüp oynuyoruz, hala hafiften çakırkeyiflilik var üzerimizde. Solo gitaristimiz oyun havası takılıyordu, hepimiz ona katıldık, ve kahkahalar ata ata kolbastı çaldık, elektro gitarlar ve bateri ile! Oyun havası üstüne AC/DC – Back in Black çaldık deneme amaçlı. Çıkan ses gayet tatmin ediciydi. O zaman artık başlama zamanı gelmişti.

Fakat, bir sorun vardı. Bira sorunu. O kadar birayı içip soundcheckte gaza gelen ve bu gazla tuvalete gitmeyen tek kişi vardı.

*içses*

- Hnng!

İnsanlarla göz göze geldim. Bacaklarımın birbirine yakın haliyle, deve kadar boyumla sahnede inanılmaz bir sırıtma halindeydim. Gitarımı konuşturmam lazımdı. Başlangıç şarkımız tam buna göreydi. Guns N’ Roses – Double Talkin’ Jive. Oh yeah.

Başlangıç rifflerini çalmamla beraber, içimdeki o fizyolojik ihtiyaç da kendini daha, daha açığa çıkarmaya başlıyordu. Heyecana geldikçe, daha çok molaya ihtiyaç duyuyor, fakat şarkıya bir kez başladığımız için ne olursa olsun sonunu getirmemiz gerektiğini bildiğimden bu konuda hiç bir şey yapamıyordum. Arkaplanda kalmaya, sadece gitara konsantre olmaya çalışıyordum, fakat vücudum konsantrasyonumun asıl nereye gitmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Notaları tutturamamaya başlamıştım, dikkatim başka yöne gidiyordu sürekli. Solo gitaristimiz Onur bana gözleriyle “Noluyor lan?” sinyali verdi. Sürekli nota kaçırıyordum, neyse ki tonemeisterimiz Onur’un gitarının sesini arttırıp benim daha arkaplanda kalmamı sağladı. Şarkının sonuna doğru kalan flamenko tarzı soloya geçtiğimizde artık kafayı yemek üzereydim, fakat en azından tempo yavaşladığı için fazla konsantre olmadan da çalabiliyordum. Şarkı biter bitmez, bir sonraki şarkıya geçmek için bateristimiz sinyali veriyordu ki, elimle dur işareti yaptım. Onur yanıma geldi:

- Kerem bir sürü nota kaçırıyorsun, ne iş? Çalıştık bunlara biz hep?

- Kanka dur geliyorum ben yoksa tek kaçırdığım şey nota olmayacak!

Dedim, ve soluğu erkekler tuvaletinde aldım. Tanrım, hiç bu kadar rahatlamamıştım. Dünya umurumda değildi. Oradan çıkıp hemen sahneye geri koştum, ve sıradaki parçamıza başladık. Hayko Cepkin – Yalnız Kalsın. Brutal vokal becerilerimi sergileyeceğim güzel bir parçaydı kendileri.

Şarkı gayet sağlamdı, iyi çalışılmıştı. Mükemmel bir ses ve seyircilerden muazzam bir tepki almaktaydık. İkinci nakarat bitmişti, ben gitarı bırakmıştım. Bateristin atağıyla birlikte mikrofona sarılıp brutal vokal soloya giriştim. İnsanların yüzündeki tepki, elleriyle rock işareti yaparak benimle kafa sallayan seyirciler, tamam dedim içimden, hayat budur. Kalbim daha hızlı atmaya başladı, tam havaya girdim derken, son çığırışımdan sonra sesimde bir ciyaklık olmuş olabileceğini hissettim. Herşeyi alkışlar belirleyecekti. Rockçı tayfa büyük bir gürültüyle alkışlamaya başladı beni. Oh be dedim neyse, ciyaklamamışım. Karizma, ego tavan yapmıştı. Mikrofona uzandım:

- TİŞİKKİRLER…Öhhü! Bööhhö! Teşekkürler!

Ve o beni alkışlayan kalabalık bu sefer gülmekten yerlere yatacaktı neredeyse. Lanet olsun dedim sadece. Sesim çatlamak için en uygun zamanı beklemiş. İkide iki terslik. Karizma deseniz yerlerde. Ama hala çılgınlar gibi eğleniyorum.

Sıradaki şarkımız, Demir Demirkan – Zaferlerim. Seyirciler severdi bunu. Demirkan şu ülkede müzisyenliği hakkını vererek yapan ender insanlardan zaten. Çok severim kendilerini.

Bu şarkıya da gayet güzel başlamıştık. Ama temkinli bir şekilde düşünmekteydim. Ters gidebilecek ne olabilirdi başka zaten? Hiç bir şey yoktu, gönül rahatlığıyla şarkıya eşlik edip notaların arasında kaybolabilirdim artı…

*DIBITDIBIDITDIBIDITDIBIDIT…DIIIIIIITTTT…”Allah belanı versin, Allah seni kahretsin, bana gelen sana gelsin yaaaarrrrr…”

Hassiktir! Gitarın manyetikleri şarkının en sakin yerinde açık unuttuğum cep telefonundan etkileniyor, ve en olmadık saatte de telefonum çalıyordu. Bu yetmeyecekmiş gibi, arkadaşlarla taşak geçmek amacıyla zil sesi yaptığım İsmail YK beni tabancayla alnımdan vurmuş kadar ağır ve sert bir şekilde vurmuştu. Lead gitar bendeydi, o yüzden telefona el atamamaktaydım, bateri yoktu, hiç bir şey yoktu, tek gitar çalan kişi bendim. Şarkının bir yerinde tüm enstrümanlar durup sadece vokal fısıldar bir sesle nakaratı söylüyordu. Tam o ana gelmiştik ki artık bir gün için yeteceğinden de fazla rezil olan benliğimi ya bir yerlerden atacaktım, ya da bunu da sineye çekecektim. 8-9 saniyelik an içerisinde telefonumu sahnenin önünde cebimden çıkarttım, cevapladım, “Anneanne sahnedeyim sonra ara” dedim ve telefonu tamamen kapattım.

Fakat gözden çıkardığım bir nokta vardı. Mikrofonu kapatmayı unutmuştum…

Konserin geri kalanı çok güzel geçti, fakat bir önemi yoktu. Hayatım boyunca unutamayacağım bir gün yaşadım.

İlham verdikleri için hanımyevrucek ve commodus’a teşekkürler.

2 Eylül 2010 Perşembe

Erkekler de Ağlar

Toplumumuzda en az din kadar genel bir inanış hakimdir. “Erkek adam ağlamaz!”, “Erkeksin oğlum sen, karı gibi gözyaşlarına mı boğulacan?”, “Koçum benim ağlamak sana yakışmaz.”

Siktirin lan ordan.

Bal gibi de yakışır. Tabii bu tarz düşünen bir toplumda yaşayan erkeklerin çoğunun bir bok bilmeyen duygudan histen sevgiden yoksun abazalar olduğunu düşünürsek, bu normal. Onlar ancak kendilerini tatmin ederken ağlarlar.

O tipleri tamamen geçiyorum. Nereden biliyorsunuz bir erkeği o raddeye nelerin getirdiğini? Neler yaşadı, neler umdu, neler istedi, beklentileri neydi hayattan, nelerini kaybetti, nereden bileceksiniz? Hep dalga geçtiniz o erkekle, peki hanginiz oturup derdi neymiş diye sordu?

Tamam. Şu konuda haklısınız. Erkek dediğiniz ota boka ağlamaz. Buradan ne anlıyoruz, ağladığı şey her zamanki ot bok değil.

Bir adam, hayatını kurmaya hazırlanıyor. Mutlu bir birlikteliği, parayı dert etmeyecek miktarda parası, kafasını stresten boğmamaya yetecek vasfı var. Paranın dert edilecek obje olduğu, birlikteliğinin zincire vurulmuş olmak olduğu, endişeden başka bir şeyinin kalmadığı, bir geleceğinin dahi olmadığı bir dünyaya düşer bu adam. O dünyada ağlamaktan başka yapacağı bir şey kalmamıştır artık. Acizliğine, yetersizliğine ağlar. Adam gibi adamsa ağlar. Kimse bilmez, kimse duymaz belki, ama yapar.

Kimselerin olmadığı bu diyarlarda erkeklerin döktüğü gözyaşlarından nehirler taşar, barajlar yıkılır. Gözyaşlarının çokluğundan değildir bu, sakın kimse öyle bir yanılgıya düşmesin. Her bir damlanın ağırlığıdır bunun sebebi. Ağırdır erkeğin gözyaşı.

Ağladığında bir erkek, duygulu ağlar. Timsah gözyaşları dökemez, dökmesine de gerek yoktur zaten, çünkü ağlayan erkeğe acıma olmaz çoğu zaman. O ağırlığı üstünden atan erkek, doğrulur tekrardan kendi ayakları üstünde.

- Demek ki neymiş? Ben bile ağlarmışım.

- Lan ooğlum top musun lan ne ağlıyon kar….

[ÇAT]

- Ne vuruyon l…

[ÇUT]

- Lan yapm..

[KÜT]

- Ahhh takım taklavat! Inngh. Aahhh ulan yanıyorum! Adam değilsin lan sen, çıkışta gel lan çıkışta gel piç ühühühühühü (kaçar)

 

- Abi ama siyasetçiler ağlıyür çok işe yariyür.

- Onlar ossursa da yarar koçum öyle kamuya açık şovlardan bahsetmiyorum, incici pici gibi son cümleden medet umma, oku yazıyı.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Kendini Bulamayan Adam – 5

İnanılmaz bir konser, inanılmaz güzel bir ortam! Uzun zamandır böyle eğlendiğimi hissetmemiştim. Sanki bir başkası gibiydim, bambaşkaydım!

Deliler gibiydik sahnenin önünde. Ama hala başım çatlayacak gibiydi. Bir de bunun üstüne kız arkadaşlarım zorla bana bira içirdi. Bana fazla yakın davrandıklarını düşünüyordum, en küçük bir çekingenlikleri bile yoktu. Hoş bir saniye ya, kim ki bu kızlar? Biraz konuşmalarını dinlemeye çalıştım, belki isimlerini falan duyabilirdim, belki bir şeyler hatırlardım.

- Hacı ya çok kıyak konserdi!

- Kanka öyle valla ya, Hetfield, adamın hastasıyım.

- İlk..r! Tuvalete gidelim hadi hep beraber kanka çok içtik!

Tam duyamadım ama beni yanlarına çağırıyorlardı. Tuvalete? O tarz kızlardı herhalde bunlar. Her neyse dedim, eşlik ettim onlara.

Tuvalete kimse yokken girdik, ve kapıyı kapattık. 4 kişiydik. Karşımdaki aynaya baktım.

Aynada kendimi göremiyordum. Yoktum.

- Nasıl ya?

- Ne oldu kanka?

- Ha? Hiç, hiç bir şey, sesli düşünüyordum, kanka.

Ben neredeyim ya?

Kızlar makyajlarını tazelemeye başladı. O an kendimi gördüm. Aynadaki yansımam:

girlmirror[1]

Ama bu…

Dudaklar, saç…

Tüysüz yüz…

Göğüslerim var??

- LAN?

- İlknur, kanka noluyo sana ya?

- Ne İlknur’u ya?

- Kızlar koşun İlknur kafayı yedi ahaha.

- Kanka neyin var?

 

- Durun ya tamam bir şeyim yok, iyiyim ben, içkiyi fazla kaçırmışım.

- O son kadehi içmeyecektin kanka!

İlknur.. İyi de niye İlknur? Alternatif bir evrene falan mı düştüm ben ya? Hiç bir şey mantıklı gelmiyor. O yaşadıklarım içkinin etkisinden gelen halisünasyon değil miydi? Yoksa şimdi mi halisünasyondayım? Bir işarete ihtiyacım var, bir işaret…

[Şimdiii bana kaybolan yıllarımı verseleeerrr, şimdiii bana seninle bir ömür vaadetseleeerrr…]

Telefon çalıyor, benim telefonum. Zevksizmişim zil sesi konusunda.

- Hahahaha kanka yine seninki arıyor cevap versene? Hahahaha!

“Arayan, İlker.”

- Alo?

- İlknur sen misin?

- Sanırım. Yani görünüşe göre öyle en azından.

- Kafanın karışık olduğunun farkındayım, gerçekte kim olduğunu biliyorum. Dediklerimi yaparsan kendi hayatına döndürebilirim seni!

- Tabii ki kafam karışık! Gerçekte kim olduğumu söyle bana! O kadar kafam karışık ki, bir çözüm bulmam lazım! Ne yapacağımı söyle.

- Oradan hemen çıkmalısın. Sana birazdan mesaj atacağım. Onlar arkadaşın değil, onlar senin düşmanların. Kaç!

- Ne kaçması?

O anda farkettim. O ana kadar arkadaşlarım olduğunu düşündüğüm kızlar, her şeyin farkındaydı. Bana bakıyorlardı, düşmanca.

- Demek farkettin. Seni buradan çıkarmayacağız.

Üzerime yürümeye başladılar. Korkuyordum. Çantamda bir şey olabilir mi diye elimi attım.

Kız olmanın faydaları. Biber gazı!

- Bize karşı koyamazsın. Seni buradan asla çı…

[FSST]

- GÖZLERİM! AHHHH! YAKALAYIN, KAÇACAK!

Beni engellemeye kalkan tüm sözde arkadaşlarıma biber gazı sıkıp ordan var gücümle kaçtım. Koşuyordum, yola çıkıp en yakın taksiye binmeyi planlıyordum.

[This is how, you remind meeee…]

1 yeni mesaj.

Koşarken açtım ve okumaya başladım.

“Taksim’de Fransız konsolosluğuna git. Binanın içinde seni bekliyor olacağım.”

- Taksi! Taksi!

- Nereye gideceksiniz güzel bayan?

- Taksim. Taksim’e. Hızlı olursan daha çok öderim.

- Hay hay!

Dedi, ve gazı kökledi.

23 Temmuz 2010 Cuma

Kendini Bulamayan Adam – 4

Uyandım. Her uyanışımda farklı bir yerde olmanın korkusuyla önce etrafıma baktım. Hala hücredeydim. Derin bir rahatlama hissettim. İnsan deli hücresinde olduğu için rahatlar mı? Ben rahatlamıştım, en azından kaybolmamıştım kendimi en son bıraktığım yerden.

Düşündüm. Neden buradayım? Şu anda mantıklı düşünebildiğime göre, burada olmamam gerekiyor. Bu da mı o lanet tümörlerin bana olan bir oyunu? Benim hayatımı benim yerime yaşayıp eğleniyordu bu mikro lanetler.

- Psst.

Bir ses. Kafamın içinde değil, odadan geliyordu. Ama odada kimse yoktu.

- Psst! Buraya bak. Duvara.

- Ne duvarı, kimsin sen?

- Ben senim. Duvara bak!

Aha. Gerçekten delirmişim.

-Hayır delirmedin! Sadece beni dinle. Buradan kurtulabilirsin.

Bir düşüncelerimi okuduğun eksikti.

Duvara baktım. Duvar birden ayna gibi bir hal aldı. Karşısına geçip yansımama baktım. Ve karşımda, kendimi gördüm. Sadece, ben hareket ettiğimde benimle birlikte hareket etmiyordu. Benim üzerimde deli gömleği varken, onun üzerinde kısa şort ve kolsuz bir t-shirt vardı. Boyu benden kısaydı, ama bendi.

Sen… Daha çocuksun.

- Sen de moruklaşmış bir dedesin! Kaç yıldır buradasın, haberin var mı? Eminim kendi suratına bakma şansın olmamıştır. Sana bir özet geçeyim:

İlker Kılıçbeyoğulları… Tümör ameliyatından sonra yaşadığın psikolojik dengesizliklerden 40 yıl boyunca kurtulamadın. 65 yaşında her şeyini kaybetmiş durumdasın, aklın da dahil. Yüzlerce doktor denendi, binlerce test yapıldı üzerinde, nafile. Eşin olacak Selen Gülseren, Kılıçbeyoğulları oteller zincirini otomatikman üzerine devraldı. 37 yıldır bir doktor ile evli. Sensiz daha mutlu bir hayat sürmekte. Her şeyini kaybettin, eğer her şeyi bilseydin…

- Neyi bilseydim?

- Yalnız kalmalısın, ve asla yalnız kalmamalısın. Mutlu olmanın tek yolu bu. Evlenme. Bu dünyada evleneceğin insanlar seni sadece statün, paran, pulun, hayatta herkesten farklı tatlar yaşama alışkanlığın için seninle evlenecek. Bu senin kaderin. Bu dünyadaki herkesin kaderi. Parasız, pulsuz, çirkin ve bilgisiz insanlar evlenemez. Diğerleri de evlenir, fakat bekarken sahip oldukları şeyler, yaşam istekleri emilir kadınlar tarafından. Çok konuştuğumun farkındayım, ama bilmen gerek.

- Neyi velet neyi!!!

- Karın yıllarca sahip olduklarına sahip olmayı planladı. Yarısı yetmedi bir zaman sonra. Bir doktor ile anlaştı. Fransız. Belki hatırlarsın adını, Pierre-Louis.

- Marimar dizisine döndürme lanet hayatımı velet! Duvardan çıktın diye sana inanmamı bekleme. Bana benzediğini düşündüğüm için sana inanmamı bekleme. Çünkü artık ben bile neye benzediğimi hatırlamıyorum!

- Sonunda anlamaya başladın. Bu, sen değilsin, biliyorsun bunu.

- Kimim ben? Bu hücreyi haketmeme ramak kaldı, o yüzden kim olduğumu söyle!

- Sana verebileceğim tek ipucu var. Bu bir rüya ve uyanmak için intihar etmelisin.

- Asıl deli sensin… DELİSİN!!!

“Bir başka psikotik atak geçiriyor. Ekip toplanın! 2mg Ativan! Çabuk!”

- Kafanı duvara sertçe vur. Çabuk ol, iğneyi yersen bir daha kendini asla bulamayabilirsin.

Ne yapacağımı bilmiyordum. Fakat böyle yaşamaktansa, ölmek daha hoş geliyordu zaten kulağa. Herşeyin gerçek olduğunu, ve delirdiğimi bile bile, sürüne sürüne duvara yaklaştım.

Bir saniye durdum. Duvara baktım. Her yerden çığlıklar geliyordu. Yakalanmak üzereydim. Hoşçakal dünya…

[ÇAT]

Çığlıklar… Devam ediyor. Başım. Duvara çok sert vurmuş olmalıyım…

- Kanka!

Her şey bir garip.. Öldüm ve cehenneme düşüyorum sanırım. Gözlerim hala karanlık…

- Hacı uçmuşsun sen ya, kendine gel hooop!!

Ne? Ne kankası? Sarsılıyorum, kalabalık, çığlıklar, başımdaki ağrı… Burası…

Bir konserdeydim. Yüksek ses ve insanların çığlıkları başımın içindeydi.

- Kanka iyi misin? Çok içtin sanırım. Kendine gel! Ana grup çıkmak üzere!

Ne grubu ya… Ana grup.. Konser.. Meta.. Metallica!

Köpeköldüreni içerken aşırıya kaçmışım. Başım çatlayacak gibi, ama bunu kaçıramam.

Devamı gelecek…

22 Temmuz 2010 Perşembe

Kendini Bulamayan Adam - 3

Yoldaydım. Korkuyordum. Sanki hayatım benden habersiz kendini borsaya yatırmış ve başarılı olmuştu, hem de bir gecede. Neydi bu başıma gelenler, neydi?

Dikkatimi kaybetmiştim. Başım dönüyordu. Çok halsizdim. GPS sürekli sola dön, sağa dön diye dikkatimi toparlamaya çalışmasa gideceğim tek istikamet önüme çıkacak olan ilk duvaraydı, ve yavaşlamaya niyetim yoktu.

Telefonum çaldı. Arayan “Hayatım” idi. Bir sorunum olduğunu farketmesini istemedim. Cevapladım.

Ben: Alo hayatım?

Bitanem: Hayatımm! Beni otelden aradılar, ben de merak ettim, bir sorunun mu var? İyi misin?

Ben: Evet bebeğim, herşey yolunda, iyiyim ben. Canım sıcak çikolata istedi, dışarı çıktım.

Bitanem: Anladım kocacığım, çikolatanın keyfini çıkart, şu çikolatayı da benden çok sevmeyiver! (Hafif şakacı bir tavırla söylüyor bunu, belli. Her şey yolunda)

Ben: Seni her bişeyden çok seviyorum hayatım her şey yolunda merak etme. Kapatıyorum şimdi, akşam görüşürüz.

Bitanem: Öptüm!

“Ulan ne oyuncu herifmişim ben meğer.”

Rahatsız edilmek istemedim daha fazla. Telefonumu kapattım. Hastaneye varmıştım. İçeri girdiğimde, insanların gözü yine hep üzerimdeydi, fakat bu kez farklıydı. Sanki buraya ait değilmişim gibi bakıyorlardı bana. Danışmaya ilerledim.

- İyi günler. Nöroloji bölümünden muayene için randevu alacaktım.

- M..muayene? He…hemen efendim! Randevuya gerek yok, lütfen oturun!

Kız hemen telefona sarıldı, bir kaç tuşa bastı.

- Professeur, Monsieur İlker Kılıçbeyoğulları est ici. Il veut vous voir immediatement.

Kız çok büyük telaş içerisinde hemen doktoru görmek istediğimi anlatmaya çalışı… Bir saniye. Ben kızın ne dediğini nasıl anlıyordum? Kız Fransızca konuşuyordu ve ben anlıyordum. Her bir şeye şaşırdığım için şaşırma yetimi kaybetmeye başlamıştım. Yine başım dönmeye başladı.

Kız telefonu kapattı ve tekrardan bana döndü:

- İlker bey, kadromuzun en başarılı nörologu sizi odasında bekliyor, sağdaki koridordan girin, sola döndüğünüzde üçüncü kapı.

Başbakan mıyım lan ben? Bu ne heyecan? Tamam 5 yıldızlı bir otel sahibi olabilirim, fakat bu muamele böyle birisi için bile çok fazla diye düşündüm. Soldaki üçüncü kapı:

Prof. Dr. Pierre-Louis Lefèvre. Nöroloji.

Kapıyı çalıp içeriye girdim.

- Ouuvv mösyö İlker! Bienvenue, bienvenue, buyrun oturun s’il vous plait. Sizin gibi birisini ağırlamak… C’est magnifique! Buyrun!

- Doktor bey. Beynimde bir sorun olduğunu düşünmekteyim. Ara ara baş dönmeleri yaşıyorum, beynim patlayacakmış gibi hissediyorum. Bir sürü şeye sahibim, Fransızca biliyorum, araba kullanabiliyorum, fakat bunların hiç biri için uğraş vermedim. Bu sabah uyandığımda bir eve, bir arabaya, bir işe, bir eşe sahiptim!

- Oui mosyö. Sizi bir kaç test için burada tutmak isteyeceğim, s’il vous plait. Metal eşyalarınızı burada bırakın, MR odasına geçelim.

MR odasına girdim. Makinenin görüntüsü bile beni korkutmaya yetmişti. Şöyle büyükcene bir makineydi:

- Mösyö, şimdi sizden sabit durmanızı isteyeceğim, biraz gürültülü bir mekan olabilir non? Sakin olunuz s’il vous plait, başlıyoruz.

Makine saniyede iki kez beynimin içine işleyen bir çekiç vurma sesi çıkartıyordu. Sabırlı oldum. Bekledim. Bu da geçecek dedim içimden.

Ne kadar olduğunu kestiremediğim bir süre boyunca orada öylece durdum. Ve işlem tamamlandı. Pierre-Louis bana odasında beklememi istediğini söyledi.

Beklemeye başladım. Sade, düzenli ve temiz bir ofise sahipti bu Fransız profesör. Profesör dendiğinde hep aklıma Einstein tipli adamlar gelirdi, o yüzden biraz garip bulmuştum doktorumun, ve bu ofisin halini.

Sonunda. Doktorum elinde bir kaç döküman ve mr sonuçları ile gelmişti.

-Monsieur, açıkçası très surprise. Durumunuz.. İyi değil. MR sonuçlarınıza bakın.

- Gördüğünüz üzere, hippocampus ve temporal lobunuzda tümörlere rastladık mösyö İlker. Bu zamana kadar nasıl hayatta kalmanız… C’est une miracle. Dediklerinizden ve sonuçlardan anladığım kadarıyla, uzun süreli hafızanızın belli bir bölümünü kaybetmişsiniz. Tümörler uzun süreli hafızayı yöneten bölgelerde gelişmiş, oui.

- Peki ne kadar ömrüm var?

- Mösyö. Tıp şansınıza çok ilerledi. Sizi bu tümörlerden kurtarabilirim. Fakat tabii ki riskleriniz olmakta. Yapacağımız şey beyin tümörü operasyonu. Tümörler alabileceğimiz uzaklıkta ve cerrahi olarak çıkartılabilir. Sizi hemen yatırmamız gerekecek. Ailenize telefon açın ve durumu bildirin s’il vous plait.

Lanet olsun… Bir tümörün eksikti İlker! 5 yıl boyunca yaptıklarımın hiç birini hatırlamayışım bundanmış.

- Doktor bey.

- Oui?

- Hafızamı geri kazanabilecek miyim?

- Tristement, non mösyö, hasar kalıcı görünüyor.

Lanet olsun…  Ah yine başım dönüyor. Hafifledi vücudum birden. Neler oluyor? Kararıyor düny…

- Mon dieu! HEMŞİRE! HEMŞİRE!!!

Gözümü açtım. Etrafıma bakındım. Eski, dökük sıvasız duvarlar. Rutubet kokusu. Çok halsizdim ve deli gibi susamıştım. Ayağa kalkmak istedim, fakat tökezleyip yere düştüm tekrardan. Kollarımı hareket ettiremiyordum. Kendime bakınca anladım.

Üzerimde bir deli gömleği vardı.

- LANET OLSUN BEN DELİ DEĞİLİM! DELİ DEĞİLİM!!! ADIM İLKER KILIÇBEYOĞULLARI!!! ÇIKARIN BENİ BURDAN ALLAHIN BELASI HERİFLER!!!

Sonunda bir ses duydum.

- Yine psikotik atak geçiriyor. 2mg ativan verin! Hemen!

Kapı açıldı, içeri gelen beyaz gömlekli adamlar hareketsiz, biçare olan bedenime iğne ile bir şey enjekte ettiler. Birden dünya hafifledi, ve tekrardan kendimden geçtim…

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Kendini Bulamayan Adam - 2

İşyerine giderken, bir yandan etrafımı izliyordum. Etrafta çok değişik dükkanlar vardı, çok farklı insanlar dolaşmaktaydı. O anda bir şey dank etti bana. Ben ne zaman araba kullanmayı öğrenmiştim? Bir an için panikledim. Kırmızı ışıkta durdum, arabanın torpido gözüne baktım. Şükürler olsun, ehliyetim vardı. 2011 yılının Temmuz ayında alınmış bir ehliyet, üzerinde benim fotoğrafım. Telefonuma baktım. 20 Temmuz 2010 Salı yazmaktaydı. Delirmeye mi başlıyorum acaba diye düşündüm, fakat aklım yerinde gibi hissediyordum.

GPS ekranına baktım. İşyerime vardığımı işaret ediyordu. İşyerim diye kayıtlı olan yer şöyle bir oteldi.

hıms

“Hasiktir nasıl ya? Ne oteli? Ne yapıyorum ki ben burada?”

Şöyle bir baktım binaya. Beş yıldızlı bir oteldi, oldukça da lükstü. Daha önce buraya geldiğimi hatırlamıyordum. Ben arabanın içinde kara kara düşünürken görevli olduğunu düşündüğüm kırmızı üniformalı biri geldi.

“Hoşgeldiniz efendim. Lütfen müsaade edin, aracınızı park alanına götüreyim.”

İkinci şaşkınlık. Basit bir iş yapmıyorum herhalde, yönetim kadrosunda falanım herhalde diye düşündüm.

Arabadan indim, otele girdim. Benim girmemle birlikte orada çalışanların havasının bir anda değiştiğini gördüm. Bellboylar kendilerine çeki düzen veriyor, resepsiyonda hanım hanımcık bir kız vardı, gömleğinin yakalarını düzeltiyordu. Herkesin gözü üzerimdeydi.

“Hoşgeldiniz efendim.”

“Günaydın efendim.”

“İyi sabahlar efendim.”

Kesin yönetim kurulundayım dedim içimden. Yüzümde o mutlu gülümseme belirdi tekrardan. Öylece yürüyordum, çalışanları görüyordum. Bellboyun teki beni kendimden alacak o cümleyi söyledi:

“Otelinize hoşgeldiniz efendim.”

“…Ne?”

“Otelinize hoşgeldiniz efendim.”

Bu koskoca otel bana mı aitti? Piyango vurmuş olmalıydı bana böyle bir yere sahip olabilmek için. Başım dönüyordu şaşkınlıktan, bu kadarı çok fazlaydı. Sadece tek bir soru sorabiliyordum kendime.

“Bütün bunları neden hatırlayamıyorum?”

Hiç iyi hissetmediğimi farkettim o an. Bir doktora görünmeliydim. Ofisimi, yaşam tarzımı, sahip olduğum hiç bir şeyi umursayacak halde değildim. Hangi ara edindim bütün bunları?

Dışarı çıktım, çalışanlar bu sefer şaşırmış bir şekilde arkamdan bakıyorlardı. Benim şaşkınlığımın yanında hiç bir şeydi. Endişelenecek bir şey yoktu zaten. Madem patron benim, kimse bir şey diyemez zaten diye düşündüm. Arabama bindim.

GPS ekranı yine bana ışığını yaktı arabayı çalıştırdığımda. “Nereye gideceksiniz?”

“Ulan derdimden bir sen anlıyorsun teknoloji.”

En yakın hastaneye olan direktifleri aldım, ve yola çıkmaya başladım…