~Miyav~

19 Kasım 2010 Cuma

Bir Gitaristin Dramı

Çoğu talihsizlik hep beni buldu şu boktan hayatta. Bazen, her şey bir anda, talihsizlik üstüne talihsizlik, bana 5-6 hit kombo yapıp nakavt etmeyi denedi.  Yaşadıkça anlaşılıyormuş, hepsine gülüp geçmenin en güzeli olduğu.

Beni tanıyan arkadaşlarım bilir, Konya’da bir ara canlı müzik yapmıştım. Güzel günlerdi, hatta hayatımda gurur duyacağım neler yaptığımı sorsalar, kesinlikle üst sıralara bu yaptığım işi koyardım. Müzik benim bütün hayatım, müziği herkesten çok hissetmeyi her zaman çok sevmişimdir. Bir sürü komik olay geçti başımdan bu sahne denen kutsal alanda. Sahnede geçen günlerimden, en akılda kalıcı olanını sizlerle paylaşacağım.

Grup arkadaşlarım ve ben, okulu asmıştık. Keyifliydik, Konya gibi bir şehirde Canlı Rock yapan cafe sayısı çok azdı, bu sayılı yerlerden birinde çalabilmek için iyi olmak gerekiyordu. Grubumuz o iyi denecek seviyeye ulaşmış olacaktı ki, bir gecelik deneme performansından sonra işi kapmıştık. İlk iş günümüzdü. O akşam çalmaya gitmeden önce kutlama niyetine, adam başı 2-3 bira içtik, üzerine de ben ve assolistimiz birer shot sek votka devirdik, seslerin açılması niyetine. Alcohol, drugs, rock’n roll! Drugs hariç.

Ekipmanlarımızı toparlayıp yola koyulduk. Tramvay yolu boyunca, hafif sarhoş grup elemanlarımız şarkıları mp3 çalarlardan dinliyor, bateristimiz ayaklarıyla, elleriyle ritim atıp partisyonları tutturuyor, solo gitaristimiz soloları kafasında tekrarlıyor, bass gitaristimiz hangimizin eline bakarak çalacağını planlıyor, ben de akorları kafamda tekrarlayıp bir yandan vokalimiz ile birlikte şarkıyı mırıldanıyordum. Birimiz “aa ağaç” diyor, hepimiz gülüyorduk. Konya gibi bir yere fazla geldiğimiz her halimizden belliydi; uzun saçlar, küpeler, kahkahalar, alkol kokusu, tramvay vagonunun yarısını kaplayan alet edevat.

50 dakika falan sürdü kafeye ulaşmamız. Ağır ekipmanlarımızı yüklenip kapıda bizi gören iş arkadaşlarımıza selam ettik. İçerisi boştu, tek tük insanlar, köşeye sinmiş öpüşüp koklaşan bir çift, minibarda çalışan barmen. Mixerin başından kalkıp gelen iki kişi bizi karşıladı, biri müdürümüz, diğeri de tonemeister. Bizi sahneye yönelttiler. Sahneye çıkıp kimin nerede duracağını planladık, ekipmanları bağladık, ve saat 20:30 olduğunda mekan hafiften kalabalıklaşmaya başlamıştı.

Bunun üzerine biz de zaman kaybetmeyip soundcheck almaya başladık, fakat hala gülüp oynuyoruz, hala hafiften çakırkeyiflilik var üzerimizde. Solo gitaristimiz oyun havası takılıyordu, hepimiz ona katıldık, ve kahkahalar ata ata kolbastı çaldık, elektro gitarlar ve bateri ile! Oyun havası üstüne AC/DC – Back in Black çaldık deneme amaçlı. Çıkan ses gayet tatmin ediciydi. O zaman artık başlama zamanı gelmişti.

Fakat, bir sorun vardı. Bira sorunu. O kadar birayı içip soundcheckte gaza gelen ve bu gazla tuvalete gitmeyen tek kişi vardı.

*içses*

- Hnng!

İnsanlarla göz göze geldim. Bacaklarımın birbirine yakın haliyle, deve kadar boyumla sahnede inanılmaz bir sırıtma halindeydim. Gitarımı konuşturmam lazımdı. Başlangıç şarkımız tam buna göreydi. Guns N’ Roses – Double Talkin’ Jive. Oh yeah.

Başlangıç rifflerini çalmamla beraber, içimdeki o fizyolojik ihtiyaç da kendini daha, daha açığa çıkarmaya başlıyordu. Heyecana geldikçe, daha çok molaya ihtiyaç duyuyor, fakat şarkıya bir kez başladığımız için ne olursa olsun sonunu getirmemiz gerektiğini bildiğimden bu konuda hiç bir şey yapamıyordum. Arkaplanda kalmaya, sadece gitara konsantre olmaya çalışıyordum, fakat vücudum konsantrasyonumun asıl nereye gitmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Notaları tutturamamaya başlamıştım, dikkatim başka yöne gidiyordu sürekli. Solo gitaristimiz Onur bana gözleriyle “Noluyor lan?” sinyali verdi. Sürekli nota kaçırıyordum, neyse ki tonemeisterimiz Onur’un gitarının sesini arttırıp benim daha arkaplanda kalmamı sağladı. Şarkının sonuna doğru kalan flamenko tarzı soloya geçtiğimizde artık kafayı yemek üzereydim, fakat en azından tempo yavaşladığı için fazla konsantre olmadan da çalabiliyordum. Şarkı biter bitmez, bir sonraki şarkıya geçmek için bateristimiz sinyali veriyordu ki, elimle dur işareti yaptım. Onur yanıma geldi:

- Kerem bir sürü nota kaçırıyorsun, ne iş? Çalıştık bunlara biz hep?

- Kanka dur geliyorum ben yoksa tek kaçırdığım şey nota olmayacak!

Dedim, ve soluğu erkekler tuvaletinde aldım. Tanrım, hiç bu kadar rahatlamamıştım. Dünya umurumda değildi. Oradan çıkıp hemen sahneye geri koştum, ve sıradaki parçamıza başladık. Hayko Cepkin – Yalnız Kalsın. Brutal vokal becerilerimi sergileyeceğim güzel bir parçaydı kendileri.

Şarkı gayet sağlamdı, iyi çalışılmıştı. Mükemmel bir ses ve seyircilerden muazzam bir tepki almaktaydık. İkinci nakarat bitmişti, ben gitarı bırakmıştım. Bateristin atağıyla birlikte mikrofona sarılıp brutal vokal soloya giriştim. İnsanların yüzündeki tepki, elleriyle rock işareti yaparak benimle kafa sallayan seyirciler, tamam dedim içimden, hayat budur. Kalbim daha hızlı atmaya başladı, tam havaya girdim derken, son çığırışımdan sonra sesimde bir ciyaklık olmuş olabileceğini hissettim. Herşeyi alkışlar belirleyecekti. Rockçı tayfa büyük bir gürültüyle alkışlamaya başladı beni. Oh be dedim neyse, ciyaklamamışım. Karizma, ego tavan yapmıştı. Mikrofona uzandım:

- TİŞİKKİRLER…Öhhü! Bööhhö! Teşekkürler!

Ve o beni alkışlayan kalabalık bu sefer gülmekten yerlere yatacaktı neredeyse. Lanet olsun dedim sadece. Sesim çatlamak için en uygun zamanı beklemiş. İkide iki terslik. Karizma deseniz yerlerde. Ama hala çılgınlar gibi eğleniyorum.

Sıradaki şarkımız, Demir Demirkan – Zaferlerim. Seyirciler severdi bunu. Demirkan şu ülkede müzisyenliği hakkını vererek yapan ender insanlardan zaten. Çok severim kendilerini.

Bu şarkıya da gayet güzel başlamıştık. Ama temkinli bir şekilde düşünmekteydim. Ters gidebilecek ne olabilirdi başka zaten? Hiç bir şey yoktu, gönül rahatlığıyla şarkıya eşlik edip notaların arasında kaybolabilirdim artı…

*DIBITDIBIDITDIBIDITDIBIDIT…DIIIIIIITTTT…”Allah belanı versin, Allah seni kahretsin, bana gelen sana gelsin yaaaarrrrr…”

Hassiktir! Gitarın manyetikleri şarkının en sakin yerinde açık unuttuğum cep telefonundan etkileniyor, ve en olmadık saatte de telefonum çalıyordu. Bu yetmeyecekmiş gibi, arkadaşlarla taşak geçmek amacıyla zil sesi yaptığım İsmail YK beni tabancayla alnımdan vurmuş kadar ağır ve sert bir şekilde vurmuştu. Lead gitar bendeydi, o yüzden telefona el atamamaktaydım, bateri yoktu, hiç bir şey yoktu, tek gitar çalan kişi bendim. Şarkının bir yerinde tüm enstrümanlar durup sadece vokal fısıldar bir sesle nakaratı söylüyordu. Tam o ana gelmiştik ki artık bir gün için yeteceğinden de fazla rezil olan benliğimi ya bir yerlerden atacaktım, ya da bunu da sineye çekecektim. 8-9 saniyelik an içerisinde telefonumu sahnenin önünde cebimden çıkarttım, cevapladım, “Anneanne sahnedeyim sonra ara” dedim ve telefonu tamamen kapattım.

Fakat gözden çıkardığım bir nokta vardı. Mikrofonu kapatmayı unutmuştum…

Konserin geri kalanı çok güzel geçti, fakat bir önemi yoktu. Hayatım boyunca unutamayacağım bir gün yaşadım.

İlham verdikleri için hanımyevrucek ve commodus’a teşekkürler.